Dayım oynadıkları Keloğlan isimli oyunun turnesine beni de Bodrum'a götürmek için evimize gelmişti. O akşamdan babamın dayıma yolculuk için gerekli olabilecek bir 100 TL verdiğini hatırlıyorum. Sonra da yine dayımın evindeki son gece heyecandan bir türlü uyuyamadığımı...
Sabah zıpkın gibi uyanmıştım. Hayatımın ilk uzun yol yolculuğuna çıkacak, üstelik Bodrum'a gidecektim.
Bu turneden aklımda kalanlar ilk kez Zeki Müren'i orada görmüş olmam... Bodrum sokaklarında oyunun temsilini haber vermek için bütün oyuncularla birlikte turlamamız, Bodrum Kalesi'nin içindeki sahne ve güzel atmosfer olmuştu.
Ancak bu gezinin bundan sonraki durağı olacak olan İmroz belki de yıllar sonra bir kitabın merkezindeki öyküye dönüşmesi bakımından benim zihnimde kalıcı ve hiç silinmeyecek izler bırakması anlamıyla çok daha önemli olacaktı.
Adalar ve Kıtalar'da anlattığım, gerçekle kurgu arasında gidip geldiğim yerde yani İmroz'daydım.
Dayımın arkadaşı Melih Ağbi buraya bir sene önce yerleşmişti. Ev, eski Kale'nin biraz altındaydı ve biz oraya gittiğimiz sene ne elektriği, ne suyu ne de yakınında yaşayan bir Allah'ın kulu vardı. Terk edilmiş eski bir Rum köyünün en tepesindeki evdi.
Adalar ve Kıtalar'da evle ilgili tariflerin hepsi o zaman diliminde aklımda kalanlara aittir.
İmroz'da bir haftadan fazla, belki on gün kaldık. Günümün önemli bölümünü büyüklerden uzak, kendi başıma yarattığım oyunlarla geçiriyordum. Evden çok da uzaklaşmadan etrafı dolaşıyordum. Hayali, kahramanlar, öyküler yaratıyordum. Uzak tepelere bakarken daha henüz anlamını bilmediğim içsel, derin düşüncelere dalıyordum. Bir bakıma meditasyon yapıyordum. Hemen her yerin fotoğrafını çekiyordum zihnime.
Rum köyüne yaptığımız ziyaret de bunlardan bir tanesiydi. Orada güler yüzle ağırlanmamızdan çok etkilenmiştim. Çünkü her ne kadar 8 yaşında da olsam farkındalığımın ilk olayı 1974 Kıbrıs Harekatıydı. Rumlar'ın Kıbrıs'ta Türkleri öldürdüğünü izliyorduk televizyonlarımızda. O köye giderken Rumların bize bir şey yapıp yapmayacağını sormuştum sanırım dayıma. O da beni "saçmalama" diyerek terslemişti.
Gerçekten o duygular çok saçmaydı. O güne ait hatırladıklarımın bir kısmını Adalar ve Kıtalar'da yazdım.
Kuşkusuz bir sahne ya da küçük bir oyun, gerçekle düş arasında zihnimde yer etmiş.
Mavi çiçekli elbisesiyle hemen hemen yaşıtım olan güzel bir Rum kızının fotoğrafını da çekmiştim. Sanırım onunla az da olsa oyun da oynadık, diğer çocuklarla birlikte.
"Sekiz yaşında bir kızdan etkilenilir mi?"
Demek ki kadın ile erkeğin etkileşiminin yaşı olmuyormuş. O küçük dünyamın içinde ona o zaman diliminde çok geniş bir yer ayırmıştım.
O köyden dayım, yengem, Melih Ağbi ile birlikte ayrılırken bir "gücün" benden bir şeyi orada bıraktığını, yine aynı "gücün" bana o köyden bir başka şey yüklediğini anlamanı bilmediğim bir şekilde hissediyordum.
İşte bir öykünün yaratılma süreci de böyle başlıyordu. Kendinizden bıraktığınız şeylerle size emanet edilen imgelerin arasında ortaya çıkan duygular çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyor... Sonunda bir noktada artık taşıyamayacağınız bir zirveye geldiğinde de sayfalara dökülüyordu.
Adalar ve Kıtalar ortaya çıkıyordu...
Yol boyu bize eşlik eden sazlıklardan geçerken aynı zamanda neyzen olan Melih Ağbi'nin bize bir şeyler anlattığını hatırlıyor gibiyim.
İmroz'dan ayrılırken çok daha büyük bir kütlenin orada kaldığını ve yaşıma göre belki de fazlasıyla ağır olan büyük bir imge ile yüklenmiş olduğumu biliyordum.
Dayım beni bu yolculuğa çıkarmamış olsa belki sadece Adalar ve Kıtalar değil benim yazma serüvenim de hiç başlamayacaktı.
Belki de ilk kitap ve ilk öykü bu anlamı yerine teslim etmek için Adalar ve Kıtalar oldu.
Adalar ve Kıtalar'ın yolu ilk kez 28. TÜYAP Kitap Fuarı ile kesişiyor.
Adalar ve Kıtalar fuar boyunca CINIUS Yayınlarının standında olacak.
Ben de 8 Kasım 2009 Pazar günü saat 16:00 ile 18:00 arasında Adalar ve Kıtalar'la birlikte sizi bekliyor olacağım.
Görüşmek üzere...
Uzay Gökerman